Atatürk
derdi ki: "Gözyaşları waf alametidir." Fakat bu zaafın
insan duygularının bir gösterisi olduğundan kim şüphe edebilir?
Çünkü Atatürk de, bu insani zaafa boyun eğmiş ve hayatında
sevinç ve keder gözyaşları dökmüştür. Hayata veda eden
Atatürk için ise, bütün bir ulusun çoğunluğu acı duymuş ve
gözyaşları dökmüştür.
O, yıllarca Ankara İstasyonu'ndan çeşitli amaçlar için
uğurlanmış ve karşılanmıştır. Ankara 'ya defalarca geliŞi,
hep bu istasyon durağında son bulmuştur. O, Ankara'sına hasret
çektiği hastalık
günlerinde, bu yolculuğa çıkamadı ve ruhunu İstanbul
ufuklarında teslim etti. Fakat maddi olarak son seyahatini yine
Ankara'ya doğru yapmış ve bu istasyon onun son durağı olmuştur.
Bunları düşünürken, Dikmen sırtları gözüme ilişiyor. 1919
yılının, çok soğuk olan 27 Aralık gününde, içten gelen bir
karşılama ile doğudan Ankara'ya ilk gelen M.Kemal Paşa, o günden
1 8 yıl sonra Batı'dan Doğu'ya
son
yolculuğunu yapmış ve ilk durağının mukaddes toprağına bir
son olarak ulaşmıştır.
Atatürk,
Ankara'ya ilk gelişini daima anar ve bunun üzerine çeşitli
duygularını anlatırdı. 1919 yılının kara kış ayında,
otomobille Ankara 'ya doğru yol alırken,
birçok
zorluklarla karşılaşmış olduklarını, hatta otomobilin patlayan
lastiklerinin içine çuval doldurarak yollarına devam
edebildiklerini söylerdi. Fakat genç kumandanın, sivil kıyafet
ile askeri rütbelerini terk etmiş ve bir vatandaş olarak yaptığı
bu yolculukta, parlak bir geleceğin ışıklarıyla gözleri nurlu
idi.
"Güneş
ufuktan doğuyor, yürüyelim arkadaşlar" diyordu. Bu idealden
hız alarak, o ve arkadaşları ilerlemiş ve karşılayıcılarla
beraber Dikmen sırtlarından inen kafile,
Ankara'nın
Hükumet Meydanı'nda, vatan kurtuluşunun bir sembolü olarak
toplanmışlardı. Bu münasebetle Ankaralılarla olan uzun
konuşmasında diyor ki:
"Her
halde alemde bir hakk vardır ve hakk kuvvetin fevkindedir
[üstündedir]."
Bu
gelişten tam 13 yıl sonra, Türkiye Cumhuriyeti'nin başkenti
Ankara, bu anıyı tazelemek için tören yapıyordu. Atatürk'e
haber verdiler ve Yenişehir' deki Zafer
Meydanı'na
bakan Kılıç Ali Bey'in evinden töreni kendisi de seyretti. O
zaman öndeki binalar olmadığı için, meydan tamamen
görülebiliyordu. Ankaralı seymenler,
ulusal
giysileriyle, atları üzerinde Dikmen yönünden geldiler ve Zafer
Meydanı'nda gösteriler yaptılar. Atatürk, bunları sessiz bir
heyecanla seyretti, gözleri nemli idi, on üç yılın ardında
kalan, o ideal dolu gününü yeniden yaşadı. Vatan için mukaddes
bir fikirle yolculuğa inanarak çıkan insanların mutlaka başarılı
olabileceklerini tekrarladı. O, bu vesile ile büyük Ankara
hemşerisi Rifat (Börekçi) Hoca'yı şükranla anmıştı
ve
Ankaralı
hemşerileri adına muhterem Hoca'nın maddi ve manevi yardımlarını
tekrar söylemişti. Rıfat
Hoca'yı Ankaralıların bir sembolü olarak gören Atatürk,
onun
açık,
ileri fikirliliği ve vatanperverliği üzerinde o gün uzun uzun
konuşmuştu.
"Ben
bin bir müşkül karşısında yılacak bir insan olsa idim, büyük
işlerin rehberliğinde, milletim beni yaya bırakırdı. Milletimin
hüsnüniyetine daima minnettarım" diyordu. İşte 27 Aralık
1919 günü Mustafa Kemal Ankara'ya
gelmese
idi, bugünkü Ankara'yı bizler göremeyecektik. Fakat belki de
yalnız Ankara'yı değil, bütün bir bağımsız Türkiye'yi
göremezdik. Bu yurdu, O'nun birleştirici fikri ve ideali etrafında
toplananlar kurtarmıştır. Bugün bu tarih, yılların arkasında
kaldı. Ancak şimdi bu tarih olan olayları çocuklarımıza
anlatmak borcumuzdur. Atatürk'ün ölümünden sonra O'nun yatacağı
yer ve üzerinde kurulacak anıt için, çeşitli düşünceler ileri
sürülmüş ve milletin bütün hassasiyeti bu mesele üzerinde
senelerce işlemiştir.
Bu
hususta kendisinin yazılı bir vasiyetnamesi yoktur. Ancak bu konuya
ait bazı anılarım vardır. Buna göre Atatürk'ün gömüleceği
yer ve toprak, devlet merkezi Ankara'da olacaktı. Çünkü onun en
son kuvvetli arzusu bir an önce Ankara 'ya dönebilmekti. Fakat bu
şehrin neresinde yatacaktı? Atatürk'ün sağlığında, kabri
olmak üzere, benim bildiğim iki yerden bahsedilmişti. Biri eski
Büyük Millet
Meclisinden
istasyona inen cadde üzerindeki daire şeklindeki arazi; diğeri
Çankaya'daki yeni köşkün mermer havuzu. Bu yerler şu münasebetle
konuşulmuştur. Bir akşam Atatürk'ün etrafında toplananlar
arasında, onun fani oluşu üzerinde durulmuş ve kendisi şu
cümlesini tekrar etmişti, "Benim naçiz [değersiz] vücudum
bir gün elbette toprak olacaktır, fakat Türkiye Cumhuriyeti
ilelebet payidar kalacaktır. " Böyle dedikten sonra da,
"Milletim beni istediği yerde yatırsın, yeter ki
beni
unutmasın"
demiştir. Büyük Millet Meclisinin
altındaki daire şeklindeki yeri ortaya atan Recep Peker'e ise,"iyi
ve kalabalık bir yer, fakat ben böyle bir arzumu milletime vasiyet
edemem" demiştir. Ancak, yine o akşamı
ileri sürülen bir fikrin kendisini çok mütehassis ettiğini, bu
gün gibi hatırlıyorum: Ülkenin bütün sınır boylarından
getirilecek toprak üzerinde yatmak. Recep Peker, hararetle bu fikrin
sembolik savunmasını yapmıştı. Atatürk, böyle bir fikrin
uygulanmasından ancak fani (ölümlü) vücudu için haz ve gurur
duyacağını belirtirken bana bakarak, "Bunu unutma"
demişti. Bu itibarla O, Ankara'da, yurdun özellikle sınırlarındaki
savaş alanlarından ve her taraftan, gelen toprak üzerinde
yatmaktadır. Bu anımın esas noktalarını özetleyecek olursam;
gösterilen mezar yeri için, O olumlu veya olumsuz bir arzuyu
desteklememiştir. Ancak, yurdun her tarafından gelerek
harmanlanacak toprağa yatmayı gönülden arzu etmişti. Kabir yeri
için ikinci anım da şudur: 1932 yılının
yaz
aylarında bir gündü. Çankaya'daki Pembe Köşk'ün yapılması
bitmiş, döşenmiş ve oraya taşınılmıştı. O sırada
Atatürk'ün mumdan yapılmış iki cam arasına konmuş bir resmini
getirmişlerdi. Bu resim, ancak ışık vurduğu zaman
görülebiliyordu ve kırılmasın diye de, iki pencerenin arasına
koymuştum. Akşam çiftlikte bazı davetlilerle Marmara Köşküne
yemeğe gitmiştik. M. Kemal sofrada, gündüz gördüğü
bu
resmi anımsayarak konuşmaya başlamıştı. Tarihteki
mumya yapmak adetinin
evreleri üzerinde durduktan sonra bir ara kendisi: "Beni
öldükten sonra Çankaya'ya gömer hatıramı yaşatırsınız"
demişti. Fakat bu
fikirden derhal
vazgeçerek aynen şöyle ifade etmiştir: "Beni milletim nereye
isterse oraya gömsün, fakat benim hatıralarımın yaşayacağı
yer Çankaya olacaktır" diye tekrarlamış ve Çankaya'yı
kendisinin mezarı olarak istemekten vazgeçmişti. Atatürk, burada
insancıl bir duyguyla yaşadığı yere bağlılığını ifade
etmişti. Ancak mezarı olacak yer için, bir dileğini başka hiçbir
zaman vasiyet şeklinde bizlere bildirmedi ve bu geceden sonra
Çankaya'ya gömülme konusunu tekrar ettiğini hiç işitmedim.
Böylece O, benim anladığıma göre, Çankaya'nın kendi anılarının
yaşadığı ve yaşayacağı bir yer olarak
kalmasını
arzu etmiştir. O, bu yerde yaşananlar için tesisler
kurdurmuştur. Bence, Türkiye Cumhuriyeti Devlet Başkanı orada
yaşadıkça, Atatürk'ün devleti kurucu
ruhu
şad olacak ve o devlet başkanlarımız da Atatürk'ün yolundan
ayrılmama amacını güdeceklerdir. Çünkü Ankara'nın zirvesi
olan Çankaya, M. Kemal'e ilham vermiş olduğu gibi, O'nun eserini
yaşatacaklarada kuvvet ve kudret verecektir.
Atatürk'ün
kabir yeri için bu iki anıma şunları da eklemek isterim. M.
Kemal, bir sahil çocuğu olduğu için denizi çok severdi. Fakat
son hastalık günlerinde hasret çektiği yer, bir çam ormanlığı
olmuştur. Bunu ifade etmesine vesile olan da, yukarıda konusu geçen
kendisine hediye edilmiş olan ormanlık ve çayırlık bir manzara
tablosudur. Ona yattığı yerden uzun uzun bakar ve yanına girdiğim
zaman, "Bana memleketimizin ormanlık güzel yerlerinden
tanıdıklarını anlat, oralara gidelim, ağaçlar altında
dolaşabileyim, basit bir hayata kavuşalım, arzum yeşillik ve
ağaçlık fakat yaz kış yeşil duran ağaçlar arasında olmaktır"
diyen ıstırap dolu, hasta sesi hala kulaklarımda akisler yapıyor.
O, hastalığının ağırlığını anlamıştı ve kurtulamaya
cağını biliyordu. Fakat etrafındakilere ümitsizlik vermek
istemediğinden yaşayacağı yeni yerler arar gibi idi. Bu gün
anlıyorum ki, yeşilliğin sonsuzluğunda son uykusunu uyumak
arzusunu vasiyet etmek istemiştir. Atatürk'ün yeşile hayranlığı
Faruk Nafiz Çamlıbel'in
şu şiirini tekrarladığı zamanlarda ne kadar belli olurdu:
Yeşil
hem de!
Ben
bu rengi taşırım her zaman can köşemde.
Yeşilde
ne arar da bulamaz insanoğlu?
Yeşil
bu . . . Varlık dolu, gök dolu, umman dolu.
Bir
ucu gözlerinde, bir ucu engindedir,
Meyve
veren ağaçlar bu çini rengindedir.
Bu
çini rengindedir bahar, deniz, kır, orman
Bana
Tanrım gözükür yeşil dediğim zaman"
M.
Kemal, bu şiiri okuduğu zamanlarda sağlığı yerinde bir
varlıktı. Fakat yeşile hasret kaldığı bu son zamanlar, ölümlü
varlığının erimekte olduğunu hissettiği
zamanlardı.
O, daima olduğu üzere, bu son döneminde de çam ağaçları ve
yeşillikler arasında olmak istemiştir. Demek ki, Atatürk
gömüleceği yer için, resmi bir vasiyet yazmadığı gibi, özel
arzularını da, benim bildiğime göre bu vesilelerle belirtmiştir,
fakat bizlere kesin bir kararını bildirmemiştir. Ancak bazı arzu
ve düşüncelerini söylemiştir. Onlar da: Öncelikle sembolik
anlamı olan bütün vatan parçalarından gelen toprakta yatmak ve
ikinci olarak da bol yeşillikli ve çam ağaçlı bir yerde
olmak.
Bugünkü Anıtkabir yeri ve büyük anıt Bugünkü Anıtkabir
yerine gelince, orası için anım da şöyledir. M. Kemal Ankara'yı
karış karış gezer ve her yerini çok iyi tanırdı. Hatta
otomobille civarda gezintiler yaparken, düz yollardan gitmekten canı
sıkılır ve şoföre genellikle, "Sür!" diye emir
vererek düzlüklere ve bayırlara saptırırdı. O bu hareketiyle
Ankara'nın görünüşüne çeşitli noktalardan bakar ve özellikle
kalenin eski stratejik durumu üzerinde dururdu.
Atatürk
ve Afet İnan 1937'de Trakya askeri manevralarını izlerken
riyeti'ne devlet merkezi olarak seçtiği Ankara'nın coğrafi ve
tarihi yerini tam olarak belirlemek isterdi. 1930 yılının
baharında muhafız kıtalarının bir manevra yapacağını haber
vermişlerdi. Atatürk beni oraya gönderdi. Kıtalar hava gazı
fabrikası civarında mevzi almış ve hücuma hazırlanıyorlardı.
O zamanlar tamamen boş olan bu yerden hücuma kalkan askerlere,
kumandanın verdiği hedef, "Rasattepe" idi. Buraya kadar
manevrayı izleyerek tepeye çıktığımız zaman yağmur
başlamıştı. Fakat etrafa bakmaktan kendimi alamamış ve
Ankara'yı şehir olarak oradan görmenin özelliğine dikkat
etmiştim. Bu gözlemimi Atatürk'e de anlattım. Ondan sonra bir gün
oradan hep beraber Ankara'yı ve civarını seyrettik. O bu tepenin
özellikle kaleye bakan yamacını pek beğenmiş ve kalenin semaya
iz düşümünün buradan en iyi göründüğüne işaret etmişti.
Gerçekten bu yer eski ve yeni Ankara'nın en merkezi bir tepesidir.
Oradan şehrin her tarafını insan gözleriyle kucaklar ve
Atatürk'ün de özellikle kaleye karşı beğendiği en hakim bir
noktadır. Aynı zamanda Atatürk'e kabir olarak seçilen bu yer,
öteden beri Anadolu toprağında yaşayanlara mezar
olmuş bir yerdir. Tepe dolma bir yığıntıdır. Nitekim toprak
tesviyesi yapılırken Frigya devrine ait iki tümülüs, içlerinde
eşyalarıyla beraber Türk Tarih Kurumu tarafından incelenerek
meydana çıkarılmıştır.
Demek ki, onun yatacağı Anıtkabir'in yeri olarak seçilen
Rasattepe hem Ankara şehrinin her tarafından görülebilir, hem de
tarihi bir değere de sahiptir. Türkiye Cumhuriyeti devleti ona
muazzam bir Anıtkabir yapmış ve bu abide bir Türk mimarının
müsabaka kazanmış planına göre Türk mühendis ve işçilerin
eseri olmuştur. Bu anıt, M. Kemal'in birleştirici ve kurtarıcı
fikrini bize daima yaşatacaktır.
Bu
demek değildir ki, abideler olmadan Atatürk'ün fikri
yaşamayacaktır. Ancak, abideler vatanımıza atılan ebedi
imzalardır. Atatürk'ün anıtı, Türk varlığının Zübeyde
Hanım'ın Atatürk'ün isteği üzerine yapılan sade mezarı. 9
Atatürk, annesinin İzmir'deki mezarının yapılması için bazı
projeler gösterilerek hangi şekli tasvip edeceği kendisine
sorulduğu vakit cevabı şu olmuştur: "Bunların hiçbirisine
lüzum yok. Oraya yakın bir kayalıktan koparılacak bir kaya
parçası, olduğu gibi mezarın üstüne konur ve kısa bir yazı
ile anamın orada yattığı yazılır" demişlerdi. Nitekim
annesinin kabri böyle bir anıtla ebedileştirilmiştir.
Atatürk'ün
manevi huzurunu her Türk ve her insan orada en çok hisseder ve
yarının Türk büyükleri bu büyük insanın düşüncelerinde!
Esinlenirler. Anıtın etrafı plan gereğince ağaçlandırılıyor.
Yabancı ülkelerden Türk dostlarının burayı yeşillendirmek için
gönderdikleri ağaç fidanları, Türkiye'ye ve onun kurtarıcısına
karşı asil birer jest olmuştur. Bunu düşünmek lütfunda bulunan
kimselere teşekkürler. Bu fikir, Atatürk'ün "cihanda sulh"
prensibine ne kadar da uygundur. Bu suretle O'nun son İsteği yerine
getirilmiştir. O'nun Anıtkabiri bir ormanla çevrilmiştir. Bu park
orman planı, abideyi tamamlamaktadır. Yıllar içinde yerli
fidanlarımızın yanında yabancı diyarlardan gelen ağaçlar da,
boy ölçüşmek için büyümüşler; Ankara'nın bu çorak tepesini
yeşillendirmişlerdir. M. Kemal Paşa, 27 Aralık 1919 tarihinde
Ankara'yı
ilk
defa Dikmen sırtlarından gördüğü zaman, kış mevsiminin
ağaçları yapraksız bıraktığı bir zaman idi ve Ankara çorak
yeşilliksiz bir diyar manzarası veriyordu.
Ancak,
bu sert kış iklimine rağmen, yeşilliğini muhafaza eden ağaçlar
doğada yok mudur? İşte o zamanlar Ankara bunlardan yoksundu. Fakat
vatanın her karış toprağının düşman istilasına maruz kaldığı
1919 yılının o son günlerinde, bunlar M. Kemal Paşa'yı
düşündürecek konular değildi. O esasen vatanın
en verimli bir yerinden kalkarak Karadeniz kıyılarına ulaştığı
zaman, Orta Anadolu'ya varmayı hedef edinmişti. Sekiz aylık
(Mayıs-Aralık) bir uğraşmadan ve Anadolu'nun Samsun ve
Erzurum'undan itibaren verimli ve çorak yerlerini, bin bir tehlike
içinde aştıktan
sonra,
Ankara'yı durak olarak seçmişti. Yıllar birbirini izlemiş,
askeri, siyasi olayların çetin günleri, Ankara'nın
sinesinde toplanan vatanperverlerin, heyecanlı çalışmaları ile
geçmişti.
O zamanlar, Ankara'nın ağaçsızlığını yadırgayanlar az
değildi. Rüzgarlı günlerde, tozların bulut haline geldiğini
herkes kendi üzerinde
hissetmiştir. M. Kemal, Çankaya'yı, birkaç karakavak ağacının
gölgelediği yer olarak seçmiştir.
Orada
arkadaşlarıyla ülke işlerini konuştuğu zaman, uzakta görünen
eski Ankara'nın tarihi kale duvarlarının silueti ile gözleri
dolmuştur. Bütün bu heyecanlı günlere sahne olan Ankara, 13 Ekim
1923'te, Atatürk'ün isteği ve İsmet İnönü'nün Büyük Millet
Meclisi'ne verdiği bir yasa önerisi ile müstakbel Türkiye
Cumhuriyeti'nin
merkezi olmuştur. Bu yıllardan sonra M. Kemal, Ankara'da ağaç ve
yeşilliğe olan hasretini, insan kudretinin başarısı ile yenmek
istiyordu. O, evvela bunu şahsen denemek istemiştir. Orman Çiftliği
arazisini bu amaçla almıştır. Atatürk,
bu çorak ağaçsız toprağın eski kayıtlardaki 'orman' ismini
değiştirmeden bırakmıştır.
Dere kenarındaki
söğütlerden ve birkaç iğde ağacından başka yeşilliği
olmayan bu yeri, ismine uygun bir orman haline getirmeyi denemiştir.
Bu husustaki gayret 1925
sonlarında Orman Çiftliği'nde ilk mahsullerini,
bütün Ankaralılar ve Ankara'yı ziyaret edenler bilirler.
Atatürk, çiftlik dediği bu yerden, sadece tarlalarından
yararlanmayı hedef tutmamış, aynı zamanda Ankara’yı
ağaçlandırma işine buradan başlamıştır.
Orman
Çiftliği'nin her ağaçlandırma safhasında Ataürk'ün
direktifi vardır. O, orman konusu ile kişisel olarak uğraşmıştır.
Ülke ormancılığını ise, uzman kimselere bırakmayı uygun
görmüştür. Fakat kendisi doğadan zevk alan bir insan olarak,
yeşilliği ve ormanı daima sevmiştir. O, Ankara'nın çorak
sırtlarını, Orman Çiftliği adı
altında
ağaçlandırmayı istemişti. Şimdi yine Ankara'nın başka bir
çorak sırtı, O'nun Anıtkabir'inin halesi olarak yeşillenmiş
durumda. Bu park orman, Atatürk'ün vatanı için hasretini çektiği
yeşil renklerle bezeli. Bir bölgede uygarlık ve yaşam ağaçlarla
beraber gelişir. Atatürk, Ankara için bunu geliştirmek istedi,
kendisi yeşillikler içinde yatıyor. Atatürk'ün
bu kısa yaşam tarihine, kendisinin şu sözlerini eklemek
isterim:
Vaktiyle
kitaplar karıştırdım, hayat hakkında filozofların ne
dediklerini anlamak istedim. Bir kısmı her şeyi kara görüyorlardı
ve 'Madem ki hiçiz ve sıfıra varacağız, dünyadaki muvakkat
[geçici] ömür esnasında neşe ve saadete yer bulunamaz'
diyorlardı. Başka kitaplar okudum, bunları daha akıllı adamlar
yazmışlardı. Diyorlardı ki: 'Madem ki sonu nasıl olsa sıfırdır,
bari yaşadığımız müddetçe şen ve şatır olalım!' Ben kendi
karakterim itibariyle ikinci hayat telakkisini [anlayışını]
tercih ediyorum. Fakat şu kayıtlar içinde: Bütün insanlığın
varlığını kendi şahsında gören adamlar bedbahttırlar,
besbelli ki o adam fert olarak mahvolacaktır. Herhangi bir şahsın
yaşadıkça memnun ve mesut olması için lazım gelen şey, kendisi
için değil, kendisinden sonra gelenler için çalışmaktır. Makul
bir adam, ancak bu suretle hareket edebilir. İşte bu sözleri ile
Kemal Atatürk geçmişte bir gelecektir.
Selanikteki
küçük ve mütevazı bir muhitten çıktıktan sonra yarım
yüzyıllık ömrü içinde, Atatürk'ü tanıyan çevrelerin
birbirini kovalayan daireleri bütün bir dünya olmuştur.
Atatürk'ün kaybına bütün bir ulus, acı duyarak yas tuttular.
Onun cenazesini eski düşman ulusların temsilcileri de dost olarak
ve ölümüne acı duyarak izlediler.
Yorumlar
Yorum Gönder