Afet İnan : Atatürk'ün Son Günleri (1)

Merhaba Arkadaşlar. Uzun süredir paylaşım yapamamıştım. Şimdi yepyeni bir format ile karşınızdayım. Atatürk'ü gerçek anlamda tanımadığımızı düşünüyorum. Atatürk ile ilgili pek bilinmeyen anılar, askeri taktikler vb. konularda uzun soluklu bir paylaşım serisi hazırlamaya karar verdim. Umarım bu seri ile birlikte hem Atamızı daha iyi tanıyacağız, hem de Atatürk'ün en yakınlarında ki isimlerin pencerelerinden Ulu önder Mustafa Kemal Atatürk'ü izleme fırsatı bulacağız. İlk olarak Afet İnan'ın Atatürk ile ilgili hatıralarını yayınladığı kitaptan alıntılar yaparak başlıyorum seriye... Bu alıntılar bittikten sonra derinlemesine yorumlamalar yaparak çıkarımlarda bulunacağız. Peki Afet İnan kim isterseniz öncelikle Afet İnan'ı tanıyalım.

Ayşe Âfet İnan (Uzmay) Türk sosyolog, tarihçi ve akademisyen. Mustafa Kemal Atatürk'ün mânevî kızıdır. Cumhuriyetin ilk tarih profesörlerinden olan Âfet İnan, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi'nde ilk Türk devrim tarihi kürsüsünü kurmuştur. Türk medeniyeti ve devrim tarihine ait 50 kadar kitabı ile çok sayıda makalesi bulunur. Türk Tarih Tezi'ni ortaya koyan tarihçilerdendir. Cumhuriyet döneminin yeni tarih anlayışının temellerinin atılması ve kadın kimliğinin kurgulanmasında, bir ideolog gibi hizmet etmiş bir cumhuriyet kadınıdır.

1938 yılı yaz aylarının sonu... Dolmabahçe Sarayı'nın denize bakan odalarından biri... Duvarlarında mavi zemin üzerine sarı yaldızlarla boyanmış, irili ufaklı yıldızlar, ortada duvara dayalı ceviz oymalı bir karyo­la ve komodin, ayakucunda şezlong, onun karşısında geniş kristal aynalı dolap, odanın denize bakan pan­jurlu pencereleri önünde mavili Hereke kumaşıyla kaplı hafif koltuk ve sandalyeler, köşede yastıklı bir sedir... Sofaya çıkan iki kapı arasında bir tuvalet ma­sası, üzerinde Nuri Conker'in Atatürk'e hediye ettiği fosforlu, dört köşe, büyükçe bir masa saati, bunun üzerinde, yakın bir süre önce Zekai Apaydın tarafın­ dan hediye edilmiş bir tablo. Tablonun arka planında karlı bir dağ, önde ağaçlı bir orman ve ön plandaki düzlükte çimenli bir alan1• Sofada bir radyo ve gece gündüz devir teslimi (bir işi başkasına bırakan) yapan nöbetçilerden biri... Yatak odasının yanındaki pembe salonda ise, daima nöbetleşe bekleyen yakın arkadaş­larından biri veya ikisi. Son aylarda oraya bir nöbet defteri koydurmuştum. Her günkü sağlık durumu bu deftere kaydedildiği gibi, Atatürk'ün yanına girenle­rin, ne kadar müddetle yanında kaldıkları da işaret ediliyordu. Çünkü doktorların önerilerine göre, ken­disinin çok yorulmaması gerekiyordu.


Konuşmak ve dinlemek adetinde olan bir insan için, bu ha­lin çok sıkıcı olduğuna şüphe yoktu.
Ben, her gün gazeteleri okuyor ve özetleri kendisine söylüyordum. Bazen şeklinde okuduğum kitapları, hi­kayeleri ve seyahatnameleri de anlatıyordum. Bunların bir kısmını anlatır ve yorulmasın diye geri kalan kısım­larına başka günler devam ederdim. Hastalık günlerin­de, günlük haberleri ve ayrıca resmi bilgiler kendisine verildikçe, yeni siyasi ve askeri gelişmeler üzerinde dü­şünce ve görüşlerini ifade eder ve gelecek için ulusça kuvvetli olmamızı dilerken, dünya barışının sarsıntıda olduğuna işaret eder ve endişe duyardı. Nitekim O'nun ölümünden bir yıl sonra İkinci Dünya Savaşı patlak vermedi mi?
Bu sıralarda kendisini en çok meşgul eden ve üzerin­de hassasiyetle durduğu siyasi olay, Hatay sorunu idi. Bu işin halledilme şekli kendisine en büyük sevinci ver­mişti.

Günler geçtikçe hastalığı ağırlaşmasına ve doktorla­rın kesin istirahat şekli üzerinde durmalarına rağmen, yine genel konularla meşgul olmak, devlet işlerinin nor­mal gidişini izlemekten geri kalmamıştır. Bir gün Başbakan Celal Bayar, kendisine ikinci beş yıllık iktisadi program için, açıklamalarda bulunmak üzere gelmişti. Dr. Neşet Ömer İrdelp beni bularak: "Atatürk biraz fazla yoruldu, yanına girseniz de, iza­hatın bir kısmını başka bir zamana bıraktırabilseniz" diye rica etti. Odaya girdiğim zaman, Atatürk yatağında oturuyor, Celal Bayar da anlatıyordu. Atatürk bana, "Otur, sende dinle" dedi. Bir müddet sonra, doktorun önerisini yerine getirmek için araya girmek istediğim zaman, kar­şımda hasta bir Atatürk kalmamıştı. O, tamamen ülke işlerine kafasını vermiş, maddi ıstırabını unutmuş bir halde:
"Biliyorum doktorlar yine istirahat tavsiye etmişler" dedikten sonra sert olarak, "Memleketin en mühim ve esaslı işlerini konuşuyoruz, bunlar beni yormuyor, bilakis hayat veriyor. Bunları otur da sonuna kadar sen de dinle" dedi. Bütün hastalığına rağmen, ülkenin yeni gelişmelerini işitmekle dahi memnun olmuş ve kaygıdan kurtulmuş bir devlet adamına, velev ki doktor önerisi olarak dahi, ufak bir uyarıda bulunmuş olmamdan dolayı üzüntü duydum ve sonuna kadar ben de dinledim. Atatürk, Başbakan'a çekilmesi için izin verirken, çok müsterih ve tatmin olmuş bir durumda idi. Celal Bayar gittikten sonra, bu meseleler üzerinde ve dünya durumu hakkında benimle uzun uzun konuştu. "Dünyanın bir harbe doğru gittiği bu devirde, bi­zim iktisaden çok daha kuvvetli olmamız lazımdır" diyordu.




Atatürk o gün, bütün bu hükümet planlarının tama­men yapılmış olduğunu görür gibi, sevinç içinde idi. Ni­tekim o gün Atatürk'ün tahlil ettiği, geleceğin siyasi ve askeri olayları, ölümünden sonraki yıllarda gerçekleş­miştir. Atatürk'ün son günlerine ait birkaç noktayı daha kaydedeceğim:
26 Eylül 1938, Dil Kurumu Bayramı gecesi idi. Atatürk radyoyu dinlemiş ve kendisi tarafından ora­
da söylenmek üzere bazı emirler vermişti. Bunun ge­cikmesi, hırslanmasına neden olmuştu. O geceyi rahatsız olarak geçirdi. İlk hafif komayı o zaman atlat­mıştı. Ertesi sabahki izahlarında, "Demek ölüm böyle olacak" diye uzun uzun gördüğü rüyayı anlattı. Rü­yadaki olay, Selanik'te ihtilale ait bir komitecilik va­kası idi. "Salih'e söyle, ikimiz de kuyuya düştük. Fakat o kurtuldu" demişti. Atatürk'ün bundan sonraki günleri, daha hazin ol­du. Cumhuriyet'in on beşinci yıldönümü için, Anka­ra'da bulunmak isteği o kadar kuvvetli olmasına rağ­men, hastalığın esiri olmaktan büyük ıstırap çektiği
belli idi. Fakat O'nun sabır ve iradesi dahi etrafındaki­lerin keder ve endişelerine teselli vermeye yetiyordu. 22 Ekim'de Atatürk, şiddetli ve üç gün süren koma­yı atlatmıştı. Fakat eskisinden daha düşkün ve halsizdi. Artık tamamen yatağında kalmaya mecbur oluyordu. Çok sevdiği denizi görmek istemiyor, odasının panjurla­rı hemen daima kapalı kalıyordu. İyi olduğu saatler, Ankara'ya gidebilmek için hasret çekiyordu. Hastalığı­nın son aylarında hep ormanlık yerlere gidebilmek ar­zusu kendisini meşgul etmişti. Fakat komayı geçirdik­ ten sonra, bu gibi dilekler de artık kalmamıştı. Türkiye'de Cumhuriyet rejimini kuran Atatürk, onu on beş yaşına getirmişti. On beşinci yıldönümüne, has­talığının en ıstıraplı günlerini yaşarken ulaşıldı. Bu yıldönümü anılarımın en acısını oluşturur. İstanbul şehri, bu töreni kutlamak için büyük hazırlık yapıyordu. Bun­lardan bizim görebildiğimiz, Sarayburnu'ndaki su ve ışık düzenleri fevkalade olmuştu. Atatürk, Büyük Millet Meclisi'nde söyleyeceği "Cumhuriyet'in on beşinci yılı kutlamalarının açılış nutku" üzerinde meşgul olmuş, hükümetin hazırladığı notları okumuş ve onlara ilaveler yapmıştı. Fakat 29 Ekim gününü, hastalığının ağırlığından dolayı, İstan­bul' da geçirmeye mecbur kalmıştı. Yıldönümü günü kendisi sakin fakat ıstıraplı idi. Düşüncelerinin çeşitli ve derin olduğu, alnındaki hareketlerden anlaşılıyordu. Sa­ray önünden vapurla geçen gençlik kafilesinin coşkun gösterilerine O, odasındaki pencerenin önünde yerleşik sandalyesinden bakarak karşılık verebilmiş ve göz hare­ketleriyle duygularını belli etmiştir. Fakat maddi ve ma­nevi ıstırabın bir insan üzerindeki en hazin alametlerini, o gün büyük bir üzüntü ile Atatürk'ün kişiliğinde gör­müştüm. Nihayet, 6 Kasım Pazar günü, kendisine hatırını so­rarken kalkmak, yatağında doğrulmak istemişti.


Yardım ettim, "Daha iyisiniz değil mi?" dedim. Zayıf omuzları çok halsizdi. Yalnız elleri bu genel düşkünlük içinde bozulmamıştı. Değişmeyen bir başka şey de göz­lerinde ki canlılık ve bakışı idi. Soruma "Evet daha iyi­yim ve iyi olacağım" diye karşılık verdi ve yanında bu­lunanlarla beraber bana da elini uzatarak öptürdü. İşte, bu elini öpüşüm son olmuştu. 7 Kasım Pazartesi günü ponksiyon yapılarak karnından su alınmıştı. Ölüm ile neticelenen komaya 8 Kasım Salı akşamüzeri girmiş ve bir daha ayılmamıştır. 10 Kasım 1938, saat 9.05'te ru­hunu teslim etmiş, Tanrı'nın verdiği ömür böylece sona
ermiştir. Doğanın değişmez yasasına boyun eğen Ata­türk, hastalığının en ağır devrelerinde dahi, iyilikten bahsetmiş, devlet ve ulus işleriyle uğraşmış ve daima ol­duğu gibi olumlu konuşmuş ve etrafına güven vermek istemiştir. Atatürk'ün kendi hastalığını anlatan bir mektubuna burada yer vermek istiyorum. Cenevre'de üniversite öğrenimimi bitirmek üzere idim. Bu mektubu Atatürk Mersin seyahatinden sonra Haziran ayında İstanbul'da demirli olan Savarona ya­tından göndermiştir.

"Afet, H. R. Soyak ile benden mektup beklediğini bildirmiştin. Arzun her gün hatırımdadır. Şifahen Celal'e telefonla bil­dirmek üzere söylemekteyim. Ancak henüz kendim bir şey tespit edemedim.
Vaziyetim şudur: Bence doktorların yanlış görüş ve hü­kümleri sebebiyle hastalık durmamış, ilerlemiştir. Vakitsiz ayağa kalmak, yürümek, hususu ile burunda yapılan atuşman üzerine gelen kusma neticesi; yapılan istirahatlar hiçe inmiştir. istanbul'a gelince, Hükümet reyimi almaya lüzum görmeksizin, Fissenger'i getirtti. Yeniden tetkik, muayene yapıldı. Karaciğeri eski halinden farksız ve karnı birkaç kiloluk müterakim su ve gaz dolayısı ile şişkin ve defigüre bir halde buldular. Şimdilik Temmuz on beşe kadar yeni tiret­man ve yeni rejim tahtında repo absolüyü zaruri buldular. Bunun esası da yatak ve şezlong istirahatıdır. Bu müddet sonunda Fissenger tekrar gelecektir. Ahvali umumiyem iyidir. Tamamen iadeyi afiyet ümit ve vaadi kuvvetlidir. Senin için asla mucibi merak ve endişe olmamalıdır. Serinkanlılıkla imtihanlarını vererek muvaffakiyetle av­detini bekler ve muhabbetle gözlerinden öperim. İkamet için Savarona'yı tercih ettiler. Yat şimdilik saray karşısında demirlidir. Malumun olan devlet işleri için Başbakan ve diğer ba­kanlar sık sık gelip yatta misafir olmaktadırlar." K. ATATÜRK





Yorumlar